Aşk ve Sevgi
Pablo Neruda ve F. Garcia Lorca, Madrid'de zengin bir Arjantinlinin yemek davetine katılıyorlar. Orada bir kadın şairle de tanışıyorlar. Yemekten sonra üç şair dolaşmaya çıkıyorlar. Bahçedeki kuleye tırmanıyorlar ve Neruda kadını kucaklayıp öpmeye başlıyor, ardından elbisesini çıkartmaya girişiyor. Neruda, Lorca'dan, öyle şaşkın şaşkın bakacağına, kapıda gözcülük yapmasını istiyor. Gelgelelim Lorca bu işi biraz fazla heyecanla üstleniyor ve merdivenlerden yuvarlanarak ayağını incitiyor. Daha yirmili yaşlardayken "20 Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı" ile adını duyuran Pablo Neruda, tensel ilişkilerin ötesinde, aşkı da bütün dirimselliğiyle yaşayabilmiş sanatçılardan biri. Peki Lorca? Dostunun ataklığı karşısında sergilediği tavır bile onun "sorunlu" sanatçılar arasında yer aldığını gösteriyor. Öteki figüre gelince, "kadının adı" yine yok, Neruda "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" adlı otobiyografisinde bu sarışın, yeşil gözlü şairin kimliğini vermiyor.
"Sanatçı kimliği"nin kendisine yakıştırdığı nitelikler arasında, "muhaliflik" "yalnızlık" "aykırılık" gibi olguları sıralamıştım. Pek çok kez görüldü ki, sanatçı pekâlâ bu niteliklerinden vazgeçebilmektedir. Zaten o konularda kopardığı yaygara, aslında daha fazla "ünsiyyet" (beraberlik) talebinden başka bir şey değil. Gerçekte insanın doğasında yalnızlık eğiliminden çok "ünsiyyet" eğilimi daha güçlü ve ruh sağlığı açısından da zorunlu görülüyor. Sanatçı kimliğinin asıl ayrılmaz öğesi, aynı eğilimin özel bir boyutu olan aşktır. Aşk, hem varlığıyla, hem Freud'un "yüceltme" (sublimasyon, ikame) teorisini hatırlarsak yokluğuyla, sanatçının esin kaynağı, itici gücüdür. Peki, aşk tam olarak nedir? İkincisi, aşkta varlığı zorunlu olan karşı taraf her zaman hazır ve nazır mıdır? Bu soruların tam karşılığını konuya kafa yoran düşünürler, psikiyatristler gibi sanatçılar da bulabilmiş değil. Gelgelelim, "normal" insanlar karşılarına çıkarsa aşkı yaşarlarken, çıkmazsa dert etmeyip "mantıksal" ilişkilerle yetinirken ve hatta bu tür ilişkileri tercih ederken, sanatçıya illa ve mutlaka aşk gerektir! "Aşka uygun" birileri sokakları doldurmadığına göre, uygun olmayan birilerinden aşk nesnesi yaratmak gibi potansiyel bir tehlike de başlıyor demektir. Sanatı ve sanatçıyı anlayamayanı, başka şeylere değer vereni, bir sanatçıya yetişememekten korkanı, komplekslisi, takıntılısı... İşte aşksız yaşayamayan sanatçıların başına en sık gelen kaza! O yüzden, örneğin aşk şiiri diye okuduklarımızın belki yarıdan fazlası gerçekte hicran şiiri.
ASK VE SEVDA UZERİNE ÇEŞİTLEMELER
Tomris Uyar
Bir sürü kavramı toparlarken dağıtıyoruz ister istemez. Ama aşk konusunda bu tür tanımlamalara kalkışınca işler daha bir sarpa sarıyor. Öyle ki "günümüzde aşk" deyince, gülmek geliyor içimizden. Neden? Galiba yıllar yılı "tek tip" bir aşk düşündüğümüzden. Aşkın mekânını, zamanını, onu yaşayanların sınıfsal özelliklerini hesaba katmadan aşk'ı yücelttiğimizden. Eski Yunan'da aşk, Ortaçağ'da aşk, Haliç kıyısında aşk, Boğaz mehtabında aşk, kotrada aşk, grevde aşk... Bu ilişkiler aynı aşk'ta birleştirilebilir mi? İlişkiyi yaşayanların beklentileri de Aşkı biçimlendirmez mi? Burada, "birey" sorunu giriyor araya.
Toplumumuzda aşk`ta bireyin önemi yok pek. Daha çok etsiz kansız, düşsel, kavramsal bir sevgili söz konusu. O sevgiliye de el sürülmez elbet töbe töbe... Halk hikayelerimizde, divan şiirimizde bu tür ruhlaşmış kişiliklerin "kâinatta" birbirinden ayrı kalmış soyut iki parçanın bütünleşmesi ele alınır.
Bakarsınız, seven kalkar, uğruna çöllere düştüğü sevgiliyi karşısında cismiyle görüverdiğinde elinin tersiyle iter:
Ben ki canandan dil-i şeyda için kam isterem
Sorsa canan bilmezem kam-ı dil-i şeyda nedir
(Tabii Karacaoğlan ya da Nedim gibi dünyevi şairleri farklı bir yere koymak.) Gerçi Batı Kaynaklı söylencelerle şövalye romanslarında da aşkın, çoğu kere, birbirinde erime uğruna bir aşkınlığı göğüsleme biçiminde anlaşıldığını görüyoruz. Olgunluk sınavını vermek için aman aman ne sınavlardan geçmek gerekiyor, ne özveriler göstermek! (Burada da Medeia ile İason'un, Guinevere ile Lancelot'nun vb. tutkulu ilişkilerini saygıyla ayrı tutmak gerek.) Bu örnekleri şu yüzden sayıyorum: bir ülkede insanlar, yüzyıllar boyunca aşk'ı Tanrı ya varma yolunda çekilmesi gereken bir çile diye yorumlamaya alışagelmişlerse, sevgilinin dokunulabilir olduğu yeni, çağdaş bir topluma ayak uydurmaları güçleşecektir. Engel ortadan kalkmıştır artık.
Bir ara, bir dizi-yazı hazırlarken ünlülere aşk ve kadın-erkek ilişkisi konusundaki görüşlerini sormuş, Tan Oral'dan çok ilginç bir yanıt almıştım "engel"i tanımlamada. Aşkta engel ne kadar büyükse, aşk da o kadar büyük oluyordu. Günümüzde "vahdet-i vücut" anlayışı, ekonomik bir boyut kazanıyor yeni engellerle. Fabrikatör delikanlıyla işçi kızın, kolejli kızla otobüs şoförünün aşkları, magazin basınında, filimlerde, fotoromanlarda, çok-satan kitaplarda hâlâ okuyucu, seyirci buluyor; geleneksel aşk izleğini çağdaş birtakım ayrıntılarla, yöntemlerle ama aynı melodram kalıpları içinde hızla eskitiyor : verem yerine kanser, kara humma yerine şizofreni, attan düşme yerine uçak kazası. Ne farkeder? Kişiler, birey olmadıktan yalnızca sınıfsal özellikleriyle sivrilen birtakım kuklalar katına indirgendikten sonra?
Üstünde durulmamış bir engel daha var. On dokuzuncu yüzyıl Türk romanlarına baktığımızda, aşk'ın toplumumuzda hep kapalı bir mekanda kaçamak yaşandığını görüyoruz, yalnız o kadar da değil, kapalı bir çevrede, dar bir aile çevresinde. Halit Ziya romanlarında zaman zaman "fücur' kapsamına giren aşklar, dar bir çevrede yaşamanın sonucu, kişinin sevgiliyi en yakındakiler arasından seçme zorunluluğunu açık seçik koyuyor ortaya. Batı romanlarının çoğunda da öyle ya. Diyeceksiniz ki günümüzde pek mi değişti koşullar? Yok canım. Çevrenin kabuğunu zorlamayı gözümüz yemiyor pek. Aşktaki serüven payını yok sayıp güven verici sığınaklar arıyoruz. ( Kimbilir belki de bildiğimiz kötülükleri bilmediklerimize yeğlediğimizden.) Belki de o yüzden aşk'ı yasal ve yasak olarak ikiye bölmeyi seviyoruz hala. Sıfatsız bir aşkı benimsemiyoruz. Evliler devlet denetiminde; evsizler bekçi denetiminde sevişmeye çalışıyorlar. Maşeri aşk, kişisel aşka her zaman baskın çıkıyor, toplum yararına, aile yararına belli sevişme kalıpları sürecek kadar küstahlaşıyor. Din baskılarının yanısıra Doğu mazohizmi de bindirmiyormu, artık aşktan hayır bekleyin. Günümüzde aşk, yeni-çileciliğin en büyük araçlarından biri. Yalnız arabesk şarkıların sözlerine bakmayalım, en tutulan günümüz Amerikan şarkılarından biri de şöyle diyor: "Aşıklar artık sonsuza kadar birlikte kalamıyorsa, sonsuzluk neye yarar?" Buyurun aşkınızı, yani aşk güvencenizi, hem de ömür boyu. Buyurunuz birlikte baş koyulacak yastığınızı!
İncelik göstermek zaaf sanılmasa, her ilişkinin kendine özgü ve benzersiz incelikleri keşfedilebilirdi azıcık bir çabayla. Bence aşk bir yatırım olmamalı asla: ne siyasal, ne yazınsal. (Aşkı yatırımlaştıran aşıklardan Sartre ile Beauvoir'ı, Elsa ile Aragon'u saymayalım) Aşk biticidir, o yüzden üretkendir, hızlıdır mutluluk ve özgürlük kazandırıcıdır. Bir bedeni keşfetmek önemsiz bir keşif mi? İlle de ansiklopedilere geçecek bir keşif mi gerek?
Ne var ki gözümüz doymak bilmiyor. Bu eğilim de kişisel aşkı küçümseyip ortak, ortalamalı cinselliği abartmaya götürüyor bizi, yeni bir bölünmeye, yeni bir çarpıklığa. Herşeyin sarktığı bir toplumda aşkın da sarkması doğal tabii. Hele bir yaştan sonra, saydığı kadınla sevişmeyi doğru bulmayan, seviştiği kadını saymamayı ilke haline getiren erkekler arasında yaşıyorsanız, içinizdeki aşk tohumundan vazgeçmeyi deneyebiliyorsunuz. Çiçekleri suluyor, kedileri doyuruyor, kitap okuyorsunuz. Aşkı çalışmanıza taşıyorsunuz. Biraz kırık-dökük, biraz kısır bir dünyada yaşamayı, ilişkiyi yozlaştırışıyla kişiye dehşet veren, serüvensiz bir dünyada yaşamaya yeğliyorsunuz.
Dünyayla flört ediyorsunuz. "Ki yaşamak, hiç durmaksızın flört etmek değil midir?" Eski aşk tanımının yeni biçimini de tanıyorsunuz. Birbirinin benliğinde erimek yerine bir istencin -baskın olan istencin- öteki istenci kendinde eritmesi. "Bizi aşktan koru!" diye basbas bağırmıyorsunuz, zaten tek vazgeçemediğiniz, bu umarsız vazgeçemeyiş oluyor yine de. Üç günlük sıkı ve sürekli bir uykunun, onarmayacağı yaraların üçü-beşi aşmadığını biliyorsunuz. (Bir İngiliz, müshil öneriyor aşk sağaltımında.) Canım çok sıkılıyor, "Aşk olsun" diyorsunuz.
COGİTO BAHAR 95
AŞK OYUNU
Görüntüsü ya da yaptığı iş dolayısıyla pek çok insanın platonik aşkı ve beğenisine sahip kişilerin bir kısmı, istenmeme ve vazgeçilmeyi kabullenemezler. Aşk onlar için; kurallarını kendilerinin koyup yönettiği, başlangıç ve bitişini kendilerinin belirlediği bir oyundur. Bir yolunu bulup sizi bu oyunun içinde olmaya zorlarlar. Sizi etkilemeyi başardıktan sonra kendilerini geri çekip sizin acı çekmenizi seyretmeyi beklerler. Siz oyunu farkedip kendinizi geri çektiğinizdeyse artık bir oyunda değil size karşı açılmış bir savaşın içinde bulursunuz kendinizi. Bir de onu sevmediğinizi ya da beğenmediğinizi ifade ettiyseniz, her zaman ilginin ve sevginin doruk noktası olmayı iş edinmiş oyuncularımız, düşünceleriniz ve inançlarınızdan dolayı size antipati duyan bilumum insanları da yanlarına toplayarak tüm gücüyle hücuma geçerler. Artık siz bir düşmansınızdır. Size tek doğruları olmayan şahıslar sizi önce yalancı ilan ederler, ardından küfürler gelir. Neden böyle davrandıklarını sormak amacıyla kendilerine gidişlerinizden sadistçe haz duyarlar. Karşı cinsten birisiyle herhangi bir diyaloğunuza tahammül edemeyip bunu engellemek için ellerinden geleni yaparlar. Sürekli kendilerini düşünmenizi arzuladıklarından bulunduğunuz her yerdekarşınıza çıkarak duygusal anlarda paylaşılan çok özel sözcükleri ortalığa saçarlar. Sizi sürekli aşağılayarak küçük düşürmeye çalışırlar. Size yüklemek istedikleri kötü imajın yaratılması için sebepler üretip ortamlar hazırlarlar. Uygunsuz yollarla çok özelinize dalıp kişiliğinizi, yaşamınızı ve geçmişinizi irdeler, attığınız her adımdan haberdar olur, bunu da size hissettirmekten büyük zevk duyarlar. Artık sabrınız taşarak onlara kendi dillerinden karşılık vermeye başladığınızdaysa, tüm hayatınız onların yorumuyla yalan yanlış baştan yazılıp yayınlanır. Bütün bu yoğun uğraşlarla beraber diğer tarafta topluma duyarlılık, ahlak, dostluk, sevgi, aşk mesajları vermeye devam ederek hayran kitlelerini arttırmaya devam ederler. Bu kişilerde, karşısındakinin, gözünü çıkardığında, saçını çektiğinde, kolunu kopardığında hiçbirşey hissetmeyecek yapay oyuncak değil, canı yanabilecek bir insan olduğunu göremeyecek kadar gözünü kör eden, hastalıklı egolarıdır...
Duyarlılık yürekte doğar, ne ile ilgili olursa olsun ya kim yaparsa yapsın haksızlıkları boşverememekle kendini gösterir. Eğitim, yabancı diller yada çok kitap okuma yoksunluğunsa boşveremediklerinle mücadelendeki güç eksikliğindir.
AŞKA DAİR
Neler söylenmedi ki, neler yazılmadı... Ne acılar yaşandı, gönüller kırıldı, acıyla sarsıldı yürekler, bazen yüreğinde duyduğu sevincin ağırlığını dahi taşıyamadı.. Ama herşeye rağmen aşk olgusu dimdik ayakta. Hiç bitmez tükenmez bir yaşam kaynağı. Peki ünlüler neler söyledi onun için...
Balzac:İlk aşk aşı gibidir. İnsanın ikincide hastalanmasını önler...
Rousseau:Aşk mektubuna başlarken ne söyleyeceğimizi bilemeyiz. Bitirirken de ne yazdığımızın farkında olmayız....
Shakespeare:Sevgililerine aşklarını itiraf eden kadınlar, en az seven kadınlardır...
Eflatun: Aşk, en tehlikeli bir ruh hastalığıdır...
Aziz Nesin:Yenilen taraf aşık olur...
Yakup Kadri:Hiçbir kadın yoktur ki " Seni Seviyorum " sözü karşısında hissiz kalsın...
Katherine Hepburn :Aşkı bilenler normal kadınlardır...
Oscar Wilde:Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmasını ister...
İngiliz Atasözü:Aşk için evlenen Istırapla yaşar....
Kontes Nathalie:Aşk, bir kişinin yararına, iki kişinin ortaklığıdır...
Paul Geraldy:Sevmek güzeldir. Bir daha sevmemek daha güzeldir...
Marcel Proust:Aşık olmayanlar, mükemmel bir erkeğin sıradan bir kadın yüzünden niçin ızdırap çektiğini anlayamazlar...
Askin Türleri
--------------------------------------------------------------------------------
Ilk ask
Ne yaparsaniz yapin, ilk askinizi unutmaniz mümkün degildir. Yillar sonra dönüp, "ben ona nasil asik olmustum acaba" diye pismanlikla karisik garip bir duygu da yasayabilirsiniz, olsun. O, size ilk aski tattirmis, en önemli yasam tecrübelerinizden birini yasatmistir. Aranizda geçenler aci bile olsa, dönüp minnetle anacaginiz biri hep var olacak. Daha ne olsun?
Yildirim ask
Var mi yok mu tartismasinin içinde degiliz. Diyelim ki var. Demek ki bazilarinin duygulari yagmur olup yagabiliyormus. Yildirim askla baslayip yillar süren beraberlikler de var üstelik. Barda oturan kadini/erkegi görüp "bu aksam nasil yataga atarim?" diye düsünenlerden bahsetmiyoruz elbette. Sözünü ettigimiz gerçek yildirim ask. Tek dikkat edilmesi gereken, sürekli yildirim aska tutulanlarin genellikle kendi yarattiklari illüzyonun pesinden kosmalari, gerçekle karsilastiklarinda da yeni bir illüzyon yaratmalaridir.
Olanaksiz ask
Bazen yolda yürürken rastlariz, bazen en yakinimizda bulunabilirler. "Bu ikisi bir araya nasil gelmis?" diye düsünürüz. Kendi basimiza geldigi de olmustur, pedini saga sola birakan bir kadin ya da televizyondaki futbol maçini seyrederken daha önce hiç duymadiginiz küfürler eden bir adam. Aman Allahim?" dersiniz. Ama olmustur bir kere. Her askin olanaksiz bir tarafi vardir gerçi, çogunlukla bunlari görmemeyi yegleriz. Ama bu olanaksiz taraflar bazen o kadar agir basar ki, askin hem kaynagi, hem iddiasi, hem motorize gücü, hem de terminatörü olurlar.
Yasak Ask
Men edilmis, engellenmis ve çogu zaman da yasadisidir. Ama asigin gözü görmez ki... Belki de aski ask yapan bu "illegal" tarafidir. Kimbilir?
Platonik Ask
Onu görmek bile sizi heyecanlandirirken, o sizin yaninizdan, geçip gider. Siz heyecandan sapir sapir titrerken, o isiyle mesgul olur. O sizin için hayatinizdaki en önemli kisiyken, siz onun için siradan birisinizdir. Hem asik hem de salak hissedersiniz kendinizi... Davranislarindan, konusmalarindan isaretler alip, umutlanir, bozulur, küsersiniz. Insanin bir kereligine bu duruma düsmesi, tecrübesizlikle yorumlanip, bagislanabilir. Ancak, bir kereden fazla basiniza geldiyse, oturup kendi hakkinizda düsünmenizde yarar var.
NEDİR AŞK DENİLEN ŞEY?
Aşk cesaret ister, kocaman bir yürek ister.
Aşk hayata karşı işlenilen en doğru suç ortaklığıdır,
Aşk hayatıntekdüzeliğine, bütün sıradanlığına en soylu başkaldırıdır. Ondan korkup kaçmak hiç kimseye yakışmaz.
Ve elbetteAşkı suçlamak, yargılamak, karalamak
inkar etmek de asla yakışık olmaz
Niçin aşk?Nedir bu aşk denilen şey, elle tutulmaz gözle görülmez bir şeyse nedir bu yaşanan somut acılar,güzellikler? Tek başına aşkı tanımlamak herşeyden soyutlamak mümkün mü? Hayır ! Aşk bugünlerde bazılarına göre plastikten bile yeniden yapıldı.Dünyada yaşanan suniliğe doğru gidiş aşkın etrafını sardı.
Nedir şu aşk...? Aşk hayatın bize hazırladığı en güzel sürprizdir, bu yüzden de kalpleri ne zaman ele geçireceği hiç belli değildir. Daha ne olduğunu bile anlayamadan onun hükümdarlığına giriverirsiniz. Aşk; en yalın biçimde anlatılan tek kavramdır o, adı kendisidir zaten. Onu anlatmak için sonu gelmez cümleler kurmanıza gerek yoktur, "Aşık oldum" dediğiniz an akan sular durur, küçücük çocuk bile sizi rahatlıkla anlayabilir, çünkü aşkın dili tektir.
Aşkın zamanını biz ayarlayabilseydik eğer ve kime neden aşık olduğumuzu anlayabilseydik,aşkın sırrını da çözerdik herhalde. Ama o zaman da aşkın insanı alıp götüren büyüsü tamamen kaybolurdu.
Aşk hayata karşı işlenen en güzel ve en doğru suç ortakIığıdır, aşk hayatın bütün tekdüzeliğine, bütün sıradanIığına en soylu başkaldırıdır. Ondan korkup kaçmak hiç kimseye yakışmaz. Ve elbette yasanılan aşkı suçlamak ,yargılamak, karalamak, inkar etmek de aşka yakışık kalmaz. Bu önce haksızlık, kendinize saygısızlık olur. İnsan sonuna kadar savunmalı aşkını, karşılık görmesede, acı çekeceğini hissetsede, yarın terkedileceğini bilsede, ailesini karşısına alacağını bilsede taviz vermemeli aşkından, "Seni Seviyorum" diyebilmeli göğsünü gere gere. Aşk iste o zaman aşktır. Ve bunun dogrusu yanlışı yoktur, zaten aşkın kendisi doğrudur, kime karşı duyuluyorsa bu aşk, doğru insanda işte odur.
Aşkın zamanı yoktur, hep hazırlıksız yakalar insanı. Evli olmanız, sevgilinizin olması, bir ayrılığın taze yaralarını kurutmaya calışmanız,bağlılıktan korkmanız, ailenizden çekinmeniz, hatta sevilenin hapse girmesi bile onun hiç mi hiç umrunda değildir. İşte aşk bütün bunlara tek başınıza karşı gelebilme yurekliliğidir, belkide yeni hayata geçebilme yolu...
Aşkın ne zaman gelebileceği belli olmadığı gibi, ne zaman gideceği de hiç belli değildir. Fazla vakti yoktur onun, uzun süre beklemeye ve bekletilmeye tahammülü de yoktur. Bir başka göze bakmaya, bir başka tene dokunmaya başlaması o kadar da zor değildir...Aşktan değil, onun kaçmasından korkun ve doğruluğuna yanlışlığına bakmadan sonuna kadar savunun aşkınızı.
Biliyor musunuz, hayat zaten kocaman bir yalan, bu kadar sahteligin içinde gerçek ve doğru olan tek guzellik AŞK.!!. Lütfen ona haksızlık etmeyelim.
Var mı yok mu?
Edip Cansever'in çok sevdiğim bir şiiri var: "Dostlar". "Adam Sanat" dergisinin Ağustos sayısında salt bu şiiri konu alan bir yazım da çıktı. O boğucu 1971 yılının yazıyla güzüne odaklanan, anı, günlük, hikâye öğeleri, hatta görsel öğeler içeren şiirde Cansever bir yerden sonra "İzmirli Sevgili"ye sesleniyor: ona, İzmir'in eski rıhtımında, "Tenha bir meyhanede" oturup Aragon'un bir dizesi ve şiir üzerine konuşmalarını hatırlattıktan sonra şöyle sürdürüyor: "Biz hayatı şiirden / Şiiri hayattan özümlemedik mi? / Ölüm de girse araya / Sahici aşklar kurmadık mı seninle / Tertemiz dosdoğru aşklar". Daha ilerde aldığı çağrıdan söz ediyor; "Gelsene diyordu İzmir'deki sevgilim / Son mektubunda". Sevgili, Kemeraltı kahvelerini anlatıyor, ince belli çay bardaklarını, 1971 olayları karşısında umutlu olmaya çağırıyor, "havalar da soğudu, kendine iyi bak" diye öğütte bulunuyor. Derken, sonlara doğru, şu beklenmedik dörtlük geliveriyor: "Bin dokuz yüz yetmiş bir yazı / Yok böyle bir sevgilim benim / Ama dayanıklı, ama gözü pek, ama umutla dolu / Olunca böyle bir sevgilim olsun isterdim" Bu döngüsellik bize aşkın o varla yok arası konumunu hatırlatmıyor mu?
Bir kız arkadaşım, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın büyük halalarından biriyle evlenmeyi çok istediğini anlatır durur, hatta "Huzur"un Nuran'ını bu halaya yakıştırırdı. Ama bu hâlâ kimdi, adı neydi, tam bilemezdi. Tanpınar'ın ilgisi, ancak o öldükten ve ünlendikten sonra hatırlanmış, aile için bir övünç kaynağına dönüşmüştü. İşte sanatçı aşkının "akibet"ine örnek; bir de Tanpınar'ın yaşarken çektiklerini düşünün. Nuran, Mümtaz'a doğru biraz yalpalar ama sonunda tüccar kocaya geri döner, çocuğunu öne sürerek "rahat"ı seçer. Kim bilir kaç sanatçının ağırlığı, eserleriyle, iç zenginliğiyle değil, başka şeylerle tartıya vuruldu. Aksi de görülmedi değil; işte Piraye Hanım, Nâzım Hikmet'i büyük mahpusluğunda aşkla bekledi ve son demde yerini başkasına bırakmak zorunda kaldı. Sanatçı bu, o çelişkili kişiliğiyle, aşk bozgunu yaşarken de, fazlasıyla bulurken de öznelliğinin sınırları içinde savruluyor.
Çoğu kez olağan bir süreç içinde gelişmeyen, önceden tasarlanmış ve zorunlu görülmüş bir aşk kavramından oluşturulmuş çarmıha gerilen sanatçı aşkı, bir kısır döngü de yaratır; varoluşsal bir acıya narkotik etki yapması umulurken, tam tersine o acıyı derinleştirir. Zaten genel olarak aşkı aşk yapan, hedefteki vuslattan çok, yol boyudur, hasrettir. Hani der ya Fuzulî: "Ah ü feryâdın, Fuzulî, incidiptir âlemi / Ger belâ-yı aşk ile hoşnud isen gavgaa nedir?" (Madem ki aşk belasından hoşnutsun Fuzulî, bu tantana nedir?) Aziz Nesin, yaşı ilerledikçe daha sık ve yoğun biçimde aşka sarıldığını söylemişti; bir şeyin elden gider olunca değerinin arttığını vurgulayarak. Yaşını başını almış erkek yazarların genç kızlara yönelik ilgisinde (tersi, olgun kadın delikanlı aşkı daha seyrek rastlanan bir tema) performans korkusundan kaynaklanan bir patoloji bulunduğu ileri sürülür. Vladimir Nabokov'un "Lolita"sında, Yasunari Kavabata'nın "Uykuda Sevilen Kızlar"ında bu tür bir patolojinin bakış açısından yayıldığı hissedilir. Ancak bir yerde haksızlık etmemek gerek; aşk bazen ölçüleri belli ama çoğu kez soyut bir "temiz sevgi"yi ön gerektiriyor. Bu saflık, puriten bir saflık değil, özellikle kapitalist toplumda iş alanına atılan kadınların -hayır, ekonomik özgürlük kazanarak değil, sistemin bireyci değerlerine sarılarak, paranın kirine bulaşarak- yitirdiği saflık. (Örneğimiz erkek sanatçı olduğundan kadınları andık, erkeklerin aynı kirlenmeye daha beter bulaştığı kuşkusuz). Yaşayan bilir; ne yazık ki aşk "teen" kuşağında ya da 35 yaş sonrasının burnu sürtülmüşlerinde daha uygun iklim bulabiliyor.
Vuslatla biten
Aşkın yapışık paraziti kıskançlık, sanatçı aşkında özel biçimlere bürünüyor. "Sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım" diye yazıyor Nâzım Hikmet "Otobiyografi" şiirinde, eh haydi bu anlaşılır bir şey (gönlüm de bu noktada onu kayırıyor), aynı Nâzım Hikmet'in, eşlerinden birinin başka bir romancının romanını çok beğenmesini kıskanarak oturup "Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim"i yazmasına ne demeli? Sanatçı, bu duyguyu öylesine yoğun ve öylesine tekelci biçimde yaşıyor ki, sanat eserlerinde de en sık ve en başarılı biçimde işlenen temaların başında geliyor. Alberto Moravia'dan Alain Robbe-Grillet'ye, sayısız yazar bu konuda romanlar yayınladılar.
Tabii bütün bunlar, "yol boyu" hikâyeleri; menzilde işler daha karışık. Aşka büyülü anlamlar yüklemiş ama vuslat menzilinin tadını hiçbir zaman tam çıkaramamış bir sanatçı, Cesare Pavese bile "Yaşama Uğraşı" adlı günlüğünün bir yerinde şöyle yazıyor: "Kaderin amansız oluşu değildir sorun; çünkü insan bir şeyi inatla isterse, onu elde eder. Korkunç olan, istediğimiz şeyi elde ettikten sonra ondan bıkmamızdır." Burada aşka ya da cinselliğe ilişkin bir dokundurma yok, genel olarak her şeyi kast ettiği söylenebilir. Ama bir süre sonra günlüğe şunları da düşüyor: "Evli bir adamın bile cinsel hayatına bir çözüm bulamamış olması sevindirici, avutucu bir düşünce. Evlenen adam bu zevki artık namusuyla ve huzur içinde tadacağını umar, oysa çok geçmeden karısından bıkar, onu gördüğü zaman bir orospuyu görüyormuşçasına boğuntuya kapılır. Sonra da, nasıl olsa onunla geçinemeyeceğini anlar". Oysa, daha bir kaç yıl önce günlüğüne şunları da yazmıştı: "Bizim istediğimiz bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır." "Normal" insan, vuslatla aşkı yitirince hayat arkadaşıyla bir çeşit işbirliği oluşturarak, beraberliğe başka bir anlam verebilir. Aşka ihtiyacını mutlaklaştırmış sanatçı ne yapacak? Neruda, büyük aşkı, eşi Matilde ile aşklarının zaman zaman yeniden alevlendiğini yazıyor.
Aragon ile Elsa'nın "moruk" halleriyle el ele bir fotoğraflarını da hatırlıyorum, hatta bozuştuğum bir sevgiliye postalamıştım. Çoğu sanatçı ise, işte Nâzım Hikmet'in yaptığı gibi, kül karıştırmaktansa başka ateşlere koşmayı seçiyor. Sanki her şey, hayatın saçmalığıyla baş etmek bakımından şanslı kişiler arasında fetihçi, oyuncu ve sanatçı ile birlikte Don Juan'ı da anan Albert Camus'yü doğrular gibi.
Simone de Beauvoir, ünlü "Kadın" üçlemesinde "seven kadın"ın erkeklerden farklı, kimi özgül yanlarına dikkati çekiyor ama aşkı sadece üreme içgüdüsünün gereği olarak değil, aynı zamanda esin kaynağı olarak görmek bakımından kadın sanatçıların karşı cinsten belirgin bir farkı yok. Fark, ifade biçiminde ortaya çıkıyor; kadın sanatçı coşkusunu gemlemek zorunda kalıyor. Belki o yüzden onlardan daha az şair ama daha çok hikâyeci ve romancı çıkıyor. Örnekleri hep edebiyattan verdim, öteki sanatlar açısından da benzer dağılımlar, tercihler var. Aslında sanatçı aşkı ya da genel olarak aşk üzerinde konuşurken, ortaçağ sonrasında, şehir hayatının kurumlaşmasıyla belirmeye başlamış, sanat eserleriyle pekişmiş bir olguya sabit anlamlar yüklediğimiz söylenebilir. Oysa, her kavram gibi aşkın da tarihi ya da toplumsal bir sabitliği yok. Zola'nın "Germinal"inde, Gorki'nin eserlerinde proletaryanın yaşadığı aşkların, bu ortalama aşkla benzer yanları kadar, farklı yanları da var. Sözgelimi mülkiyet düzenini pekiştirmeye yönelik olan ve burjuva dünyasının ortalama aşk anlayışını oldukça belirlemiş olan (sakatlamış da diyebiliriz) puriten ahlak anlayışı, bu mülksüzler arasında pek geçerli değil. Yarının dünyasında geçerli aşk ilişkileri de bugünden kestirilemez. Ama şimdilik öyle ya da böyle, "Giderek solan A'sı kadar yaşanıyor aşk / Ş'ye geçse alkol gibi olurdu zaten".